İslam Ontolojisi

İncilde, “yaratılışın başlangıcında yalnızca kelam vardı” denilir. Kuranda da benzer bir ifade ile; “Allah (c.c.) bir şeyin olmasını diledi mi ona ol der; o da oluverir” buyurulur. Maddeden önce sözün varlığı meselesi, materyalistlerin mana veremediği bir konudur. Vahiyle şekillenen idealist düşüncenin temel anlayış farkı, varlığın önce düşünceden, amaçtan, istekten ve buna bağlı olarak yapılmış bir plandan doğduğunu kabul etmesidir. Materyalistler için ise düşünce, istek ve amaç; “maddenin bir ürünü olan canlılığın tekamül etmesiyle ortaya çıkan şuurun yan tesirlerinden ibarettir”.

 

Bu anlayış maddeye dair duyumlarımızı da; maddenin varlığından dolayı olarak görür. Yani gerçekliği ikiye bölerek bir kısmını diğerine izafe eder. “madde vardır, bu yüzden duyum da vardır.” İdealist felsefe ise bu konuda zıt yönde bir aşırılık yapar; ya da yapılabileceğini öne sürer; “bize maddeyi duyuran algılarımızın hissedilişi esası itibarıyla manevidir. O halde belki madde yoktur bile. Esas gerçeklik ise düşüncedir.”

 

İslam inancı için böyle tartışmalar manasızdır, “Allah (c.c.) gökleri ve yeri hak olarak yarattı.” Yani; hem soyut gök alemleri ve buna mensup olan manevi duyuşlarımız gerçektir; hem de yer yüzü ve ona ait bedenin duyuşları. Üstelik bu ikisi birbirini tasdik eder, açıklar ve uyumludur. Böylece İslam düşüncesi, idealizm, spritüalizm, materyalizm gibi uçlara kaymayan, aksine bütün felsefelerde ancak bir yüzünü gördüğümüz merkezi hakikatin ilk ipucunu verir.

 

İslam tasavvufuna kaynaklık eden Kur’an ı Kerim’e göre Allah (c.c.)’ ın indinde, her şeyin yazılı olduğu bir kitap vardır. Bu kitap, kuranda ümmül kitap diye de adlandırılan levhtir. Ümmül kitap; “kitabın anası” demektir; yani okunur-yazılır varlıkların; isimlerin kaynağı. Bu kaynak, soyut gerçeklik seviyesinin zeminidir.

 

“Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta “levh i mahfuz”da bulunmasın”[1]

 

İslam inancına göre yer yüzünde yaratılmadan önce her şey bir isim ve suret halinde Allah (c.c.)’ ın ilim ve programında mevcuttur. Tesadüfi bir şekilde başıboş ortaya çıkan hiçbir şey yoktur. Çünkü her şeyden önce Allah (c.c.) aciz ve zayıf kullarını; hikmetsiz ve manasız bir kaos içinde başı boş bırakmayacak kadar merhametlidir. Bu yüzden Allah (c.c.)’ın insan ve cinlerde emaneten var ettiği irade ve kudret de dahil hiçbir şey manasızca, gayesizce başıboş değildir.

 

İbni arabi; aynlar dediği, isimler ve suretlerden oluşan soyut varlıkları, varlıkla yokluğu birbirinden ayıran bir perde üzerinde nakışlar halinde görmüştür. İbn i arabinin varlık tasavvuru, düşünce ve hayal gücüne değil, mistik tecrübesine dayanır. Gerçi İslam inancı mistik tecrübelere inanmayı zorunlu tutmaz, hatta sakındırır. Ama ibn i Arabi’nin yaşadığı çağ; günümüze çok benzer fikir ve iman çalkantılarının yaşandığı bir dönem olması hasebiyle; onun öğretisini açıkça izah etmesinde hikmetler vardı. günümüzde onun yeniden bu denli ilgiyle araştırılması da aynı şekilde hikmetlidir.

 

İbni Arabi’ye göre Allah (c.c.) ın yaratması; önce onları ilminde bir suret halinde yaratmasıyla başlar. Bu suretler; yoklukla varlık arasında iki boyutlu bir yüzey üzerinde görünmektedir. Allah (c.c.) dilediği zaman bu aynalara; (suret ve isme sahip akli varlıklara) ol der ve o şey varlık alemine doğru bir adım atar. Artık o şey, ruhlar aleminde yeni bir gerçeklik seviyesinde mevcuttur. Bu ruh, Allah (c.c.) ın dilediği zamanda yeryüzüne iner, kendisi için takdir edilmiş şekilde tezahür eder. İbni arabi; aşk içinde kendinden geçtiği için, Allah (c.c.) ın varlığından başka hiçbir şeyin hakiki bir varlığa sahip olmadığını söylemiştir. Bediuzzaman Muhyiddin i Arabi’nin bir his alemi içinde vasfettiği ve panteizmle karıştırılmaya elverişli kainat anlayışını daha akli bir zeminde yorumlar. Ona göre tüm maddi ve manevi varlıklar gerçekten yaratılmış ve Allah (c.c.)’ ın yaratma ismi ile gerçek bir varlığa sahip olmuştur. Ayrıca yine her bir varlık Allah (c.c.)’ ı zikretme şuuru ile dopdolu birer nefse sahiptir. Fakat bir farkla ki her bir nefs, kainat kitabının içinde manasını eritmiş birer harf niteliğine razı olmuştur. Sadece insan hariç. Yani insan hariç her varlık; tek başına bir mana taşımayan; ancak kainat kitabının kelimeleri içinde birer harf ibi varlığını adamış olarak mevcudiyete kavuşmuşlardır. İnsan ise, kainat kitabının okuyucusu olduğu için, diğer varlıklardan daha belirgin bir benlik bilincine sahiptir.

 

Her varlığın tezahürü, ayn halindeyken kendisine biçilmiş rol gereğidir. Bu öğretiye göre bir insan, hayvan, bitki gibi canlılar, cansızlar hatta olaylar, birer ruha sahiptir. İki kişi arasındaki sevgi, merhamet veya nefret gibi duygusal bir varlık bile ruhaniyet halinde yeryüzüne iner; vesileler perdesi gerisinden ortaya çıkar. Bu konuları gerçekten kavramak için yepyeni bir bakış açısı ve her şey üzerinde derinlemesine düşünme alıştırmaları gerekir.

 

İbni arabi; Hallac ı Mansur, gibi sufilerin ipuçlarını sundukları bu hakikatler, ancak gerçek iman ve teslimiyetle sağlıklı olarak kavranabilir. Aslında yıldız ilimleri bu teslimiyet olmadan anlaşılamaz, yada yanlış anlaşılır. İnsan iradesi ve sorumluluğu gibi konulardaki izafi düşünceler, mutlak olan hakikatin dosdoğru kavranmasını engeller. Bu yüzden bu varlık tasavvuru hakkında derin entelektüel bilgi; her Müslümanın bilmesi ve inanması gerekmeyen bir bilgi çeşididir. Bu çeşit bilgi üzerinde fazla entelektüel çalışma, hakikat şuuruna zarar verir. Nitekim Hinduizm böyle metazihin bir konuda zihinsel araştırma ve akıl yürütmeler sonunda hakikat bilincini yitirmekle karşı karşıya kalmıştır. Buna tepki olarak ortaya çıkan Budizm de; nihilizm aşırılığına sapmıştır. İslam dini bu yüzden metafiziğe dair öğretisini işaret yoluyla; sessizce aktarmış; bu bilgilere temiz inançla teslimiyet gösterilmesi gerektiğini bildirmiştir.

 

“ Allah (c.c.) yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir bunların arasından durmadan iner. Sizin Allah (c.c.)’ ın gerçekten her şeye güç yetirdiğini ve ilmiyle her şeyi sardığını bilmeniz için.”[2]

 

Kuranda gökler ve yerden bahseden ayetler, hikmet öğretilerine gizlice telmihte bulunur gibidir. Bu yüzden müfessirler bu ayetleri izah ederken kadim hikmeti göz önünde bulundurmuşlardır. Mesela Elmalılı Hamdi Yazır; mülk suresindeki “o ölümü ve hayatı sizi hanginiz daha güzel iş yapacak diye yarattı… Gökleri yedi kat olarak düzenledi, aralarında uyum kıldı” ayetinin tefsirinde; dünya semasının gök katmanlar ile insan idrakinin seviyeleri arasında uyum olduğuna dikkat çeker. Tasavvufi açıklamalarda bulunan alimler ise daha belirgin yorumlar yaparak, kurandaki “burçlar, gök katları, güneş ve ay,” ifadelerini hikmet öğretileri doğrultusunda da tefsir ederler.

 

İnsan ruhuyla gökler arasındaki ahengin sırlarına dair İslam tasavvufunun son derece dengeli ve makul görüşleri vardır. Özellikle İbn i Arabi’nin ve ona büyük değer veren sufilerin eserlerinde gördüğümüz üzere, evrenin soyuttan somuta doğru hiyerarşik bir düzeni vardır. Bu düzen kendi içinde bir birliğe sahiptir. Aşağı alemde olan her şeyin yüksek alemlerle alakası vardır; “çünkü Allah (c.c.) gökleri ve yeri batıl olarak yaratmaktan münezzehtir.”

 

Metafizik göklerdeki meleklerle, fiziki göklerdeki feleklerin; yeryüzündeki bedenlerle, ruhlar alemindeki suretlerin ve yeryüzündeki işlerde tesir sahibi kuvvet ve unsurlarla; ruhani ve manevi kuvvetlerin benzerlikleri vardır. Mana alemleri her ne kadar insan duyu ve aklı için uzak olsa da benzerlikleri sezip manaları okuyarak izleri takip eden kalp için, dikey bir ulaşım imkanı vardır.

 

İslam geleneğinde astroloji başta olmak üzere simgecilik ve okült ilimler, gizli ilimler başlığı altında tasnif edilir. Gizli ilimler üzerine yazdığı Şems ül Mearif adlı eserinde Ali el Buni[3], şöyle der; “Kainatta Hakkın izleri, hakikatin düzeni ve ahenkli bir yönü mevcuttur. İlahi anlayışta ruhların varlığı ve manası vardır. Bu kitabın yazılış amacı da, Hak Teala’nın şerefli adlarını öğrenmek ve bu isimler denizinde saklı bulunan ilahi güzelliklerden ve hikmetlerden tespitler elde etmektir.” Bu gibi kitaplarda müelliflerin Hz. Ali, İbn i Abbas gibi önemli şahısları kaynak gösterdiklerini görmekteyiz.

[1] neml 75

[2] Talak 12

[3] Mütercimi Salahattin Alpay, İmam Ahmed Bin Ali el Buni’nin, Muhyiddin i Arabi’nin çağdaşı olduğunu belirtiyor. a.g.e. s. 5

 

DİĞER MÜLÂHAZALAR

 

TÜRKÇE METİNLERİ OSMANLICAYA ÇEVİRMEK İSTER MİSİNİZ?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Verified by MonsterInsights