Hikmet ve Kainat Kitabı

Kainat, insan maneviyatının pek çok yönden okuyacağı bir kitaptır. İnsan maneviyatını; şuur, akıl, kalp ve nefs gibi kısımlara ayıracak olsak; bunların her birinin kainat sarayında okuyacağı ve duyumsayacağı hisleri de kendilerine göre isimlendirmek gerekir.

 

İnsanın maddi kainatı algılaması; daha çok nefsi ve aklı ile olur. çünkü nefs, bedenin ihtiyaç ve teessürünü algılayan tarafımız olduğundan madde dünyasına bitişiktir ve en eğitimsiz biri bile evreni nefsiyle algılar haldedir.

 

Nefs, beden sıvılarının ve elektromanyetik ortamının ruha dokunduğu varlık formudur. Mesela bedenimizden beynimize ulaşan enerji ve su ihtiyacı; beyinden mideye iletilerek salgı uyarıları yapılır. Midede çoğalan salgılar da beyne açlık sinyali olarak iletilir. Bundan sonrası bilince kalmıştır, dilerse yemek yer, dilerse diet yapar yada oruç tutar.

 

Ancak nefsin vazifesi bedenin ihtiyacını hatırlatmaktır. Hatta nefs, beden ihtiyaçlarını depolayarak yoksunluk zamanları için saklamaya da meyillidir. Bu yüzden iştahımızı kontrol altında tutmak biz düşer.

 

Nefs sadece bedenin basit ihtiyaçlarını duymaz, beden sayesinde algılanan güzellikleri ve uyumu da duyumsar ve şuura ulaştırır. Bu yüzden nefsimiz; incelterek en yüksek takdir hislerini meydana getirebileceğimiz zevklerin mekanıdır.

 

Dileyen nefsin zevklerini açgözlülük ve ilkellik seviyesinde bırakır, dileyen eğiterek en hassas sanat  zevklerini geliştirir. Mesela leziz yiyeceklerdeki iştah çeken unsurlar, güzel görünüm, koku ve tattan oluşur. İnsan ruhu bu güzelliklere dair tatmini; hoş manzaraların seyrinden, güzel parfümlerin kokusundan ve iyi hissettiren duyguların tadılmasından da sağlayabilir.

 

Kainat sarayını güzelliklere duyarlı bir takdir hissiyle seyretmek ve duyumsamaya çalışmak, bizi basit bir hayat seviyesinden alıp sanat zevkinin doruğuna doğru geliştirecektir.

 

Kainat sadece bir yağlı boya tablo değildir. Sürekli işleyen, faaliyet halinde bir varlık bütünüdür. Üstelik kainatta hiçbir hareket düzensiz ve anlaşılmaz değildir. Kainatın işleyişi anlamak ise akla düşer.

 

Maddi kainatta geçerli olan; matematiksel hesaplarla açıklanabilir fizik, kimya ve onun dalları vs. ilimler, aklın sahasına girer. Bir insan; ister günlük işlerini ve zanaatini yapmak için yeterli teknik bilgi için olsun, ister bilimsel araştırmalar için olsun, maddede geçerli sebep sonuç ilkelerini aklıyla kavrar.

 

Maddenin akılla basitleştirilip kullanılabilir kurallarının olması ve bu kuralların evrenin her yerinde geçerli olması, bazı düşünürleri evreni büyük bir makine, daha sonra ise bilgisayar gibi düşünmeye yöneltmiştir. Oysa evren; katı kurallarla kendi kendine işleyip giden bir makine asla değildir. Aksine evrende geçerli bunlardan başka da manalar vardır; ki ne nefsin zevklerine, ne aklın kurallarına benzemez. Bunları ancak kalp çözer.

 

Kalp, evrenin metafizik formlarını okumaya yeteneklidir. Mesela altın, nefs için cazip bir maddedir. Akıl için ise madenlerden biridir; sadece bazı özellikleri olan biri. Oysa kalp; altında bir mana görür ve onu karakterize eder.

 

Altın kainatta bulunan maddeler içinde en dayanıklı olanıdır; paslanmaz, eriyip gitmez. Bu yüzden altın, kalıcılığın sembolüdür. Kalıcılık, en yüksek değerdir; çünkü geçici hiçbir şey, önem vermeye değmez. Bu yüzden altın değerlilik sembolüdür. Böyle kalıcı değerlere sahip olmak, üstünlük, kudret ve hayranlık uyandırır. Bu yüzden altın, kudret ve gösteriş sembolüdür de aynı zamanda. Kralların altın tacı, onların saltanatının sembolüdür.

 

Altında böyle soyut manalar olması, onu ifadeleri renklendiren edebi bir malzeme yapmıştır. “Altın yere düşmekle değerini yitirmez” denilir mesela; gerçek asalet zor duruma düşmekle değerini yitirmez anlamında.

 

Kalp, varlıktaki değişik görünüş ve davranışları manevi soyutlamalarla değerlendirerek üstünlükleri göz önüne çıkarır. Bu üstünlükler, kalbin ezelden beri tanıdığı ve iştiyakını duyduğu şeylerdir.

 

Kalp; henüz ruhlar alemindeyken güzellik, iyilik, adalet, doğruluk gibi soyut nitelikleri birer surete bürünmüş olarak görmüştür. İnsan ruhu, henüz yeryüzünde bedenlenip nefs sahibi olmadan ve akli melekelerini geliştirmeden çok önce, ruhlar alemindeki makamındayken kalp sahibidir.

 

Kalp burada soyut varlıklar olarak gördüğü soyut nitelikleri yeryüzündeki varlıklarda manevi bir içerik olarak gördükçe tanır ve hatırlar. Manasızca  oluş yokoluşların süregeldiği yeryüzünde; sonlu ve bağlanmaya değmez, vefasız varlıklarda bu nitelikleri görünce, varlığın zahirini unutur, onda içkin olarak mevcut olan bu niteliğe kapılıverir. İşte bizde uyanan duyguların hemen tümü; bu kapılmadır.

 

Bu yüzdendir ki, güzellikler, iyilikler ve üstünlükler kendiliğinden cezbeder insanları. Mesela zayıfa bir çok kişi acıyabilir, ama kudretlinin uyandırdığı hayranlık pek çok kişiyi tesiri altına alır. Hatta korku, kızgınlık ve kıskançlık uyandıran üstünlükler bile bu tesirlerini, kalbin doğal etkilenişinden alırlar. “güzelliğin beş para etmez, bu bendeki aşk olmasa” diyen aşığımız ne güzel söylemiş; güzellik ve üstünlüklere duyarlı olmayan bir kalbi kim nasıl tesir altına alabilir?

 

Varlıktaki nitelik ve üstünlükler, her manevi fonksiyondan sürekli olarak kalbe gelir ve burada şuurun algılamasına sunulur. Mesela zevk duygusunun hissettiği, uyum ve hoşluk; aklın getirdiği düzen ve denge, kalp aynasında manalanarak şuura ulaşır.

 

Ancak şuurun bunları nasıl değerlendireceği başlı başına bir imtihan konusudur. Mesela şuur; varlıkta bir takım üstünlükler ve bayağılıklar görür, bunlardan dolayı bir değerlendirme ve takdir duygusu edinir. Bu takdir duygusuyla; varlıktaki güzelliklerin Allah (c.c.) ın isimlerinin tecellisi; kusurların ise, varlığın; Allah (c.c.) ın eşsiz yüceliğini itiraf ve tespih etmesi olduğunu bilir hale gelebilir ve böylece eserden müessire varmaya can atar.

 

Elbette insan şuurunun bu konuda yardıma ihtiyacı vardır. Kendi başına kalan şuur, ya; gözlemlediği varlıktaki üstünlük ve kudreti bizzat kendilerine ait sanır, putlaştırır; ya da bu üstünlüklere karşı körleşecek kadar kendi benliğini üstün görür, böylece varlıktaki manalara duyarsız kalır.

 

Geçmişten bugüne her hangi bir varlığı sonsuzluk ve başıboşluk ve kendi kendine varlık sahibi kabul etmiş her inanç ve düşünce akımı; bu varlığı putlaştırmıştır. İster maddeyi, tabiatı veya bunlarda mündemiç içsel ruhu olsun, ister bunların üzerinde tesir sahibi manevi varlıkları olsun, kim hangi şeydeki faaliyeti kendiliğinden sanmışsa, gerçekte onu Allah (c.c.) a ortak saymıştır.

 

Günümüzde şuurunu bu çeşit şirklerden arındırmış gibi görünen kimselerin bir çoğu; bunlara alternatif olarak kendi benliklerine tapınır olmuşlardır. Çünkü ben şuurunun çeşitli aşırılıklara meyli vardır. Şuur, çılgın bir ateş gibidir. İç dünyamızı bir kandil gibi aydınlatan şuur ateşi; kalp aynasının üzerini serince aydınlatıp manaları okuyacak kadar dengeli ayarlanmalıdır. Yoksa ya şuur kandili söner, iç alemimiz kararır kalır, veya benlik yangınları kendi varlığımızı da diğer varlıkları da tutuşturur.

 

Ben şuuru, üstünlük ve seçkin nitelikleri kendinde görmek isteyecek kabiliyette yaratılmıştır. Ama bunu terbiye ve gelişimle gerçekleştirmek üzere niteliklerin esas sahibine iman etmek ve teslim olmak yerine; ya; “kendini beğenmek ve körü körüne bir iddia ile ortaya atılmak” yada “kendini geliştirmekten vaz geçip üstün körü bir hayat yaşayıp gitmek”le boşa harcayabilir. Bu aşırılıklar; dinimizin temel öğretisi olan şu cümlelerle dengelenebilir;

 

“Lailahe illallah” yani; Allah (c.c.) tan başka; ilahçasına kendiliğinden varolan ve üstün niteliklere sahip olan hiçbir şey yoktur.

 

“Sübhanallah” yani; Allah (c.c.); varlıkta bulunan kusurlardan münezzehtir. Böyle kusursuz ve kutsi olan; yalnızca O’dur. Diğer varlıklar bir hususta üstünlük sahibi olsalar bile; mutlaka çeşitli kusurlarla malüldürler.

 

“Elhamdü lillah” yani; öğülmek ona mahsustur; çünkü varlıklarda görülen üstünlükler; O’na izafidir, O’nun yaratmasıyladır ve O’nunla kaimdir. O halde her üstünlüğün gerçekte sahibi odur.

 

“Allahu ekber” yani; Allah (c.c.) en büyüktür, bu saydığımız hususiyetlerden yüce, tarif edilemez büyüklüğün sahibidir.

 

Benlik şuuru, kendisi hakkında bir bilinç durumu geliştirirken bu esasa göre hareket ederse, çoğu zaman aşırı uçlara kaymaya meyyal olan ben duygusu hakkında normal ve sağlıklı bir değerlendirme imkanına sahip olur. Mesela insan kendisini “madde ve metafizik tesirlerin oyuncağı bir zavallı” görme aşırılığı ile, “bunlara dilediği gibi hükmedebilecek bir ilahmışçasına” görme aşırılığından ancak; her şeyin Rabbi olan yüce Allah (c.c.) ın seçkin bir kulu olma seviyesinde görmekle uzak kalabilir. İşte hikmetin fizik ve metafizik kainat algısı da bunu sağlar.

 

DİĞER MÜLÂHAZALAR

 

TÜRKÇE METİNLERİ OSMANLICAYA ÇEVİRMEK İSTER MİSİNİZ?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Verified by MonsterInsights