Batı felsefesi insanın aktifliğini ve bilgiyi kullanmasını önemser. Bir ölçüye kadar bunu takdir etmek, en azından şark kaderciliğini esas alarak körü körüne yadırgamamak gerek.
Biz doğulular, kaderimize dair bir şey öğrensek bile bunu değerlendirmeyi düşünmeyiz. Oturup kaderimize ağlar, kendimize acır, şikayet eder dururuz. Oysa batılılar dünyada cenneti kurabileceklerini ve insanoğluna öte dünyayı unutturabileceklerine inanıyorlar ve bunu deniyorlar. Gerçi bu mümkün değil, insan hangi bilgi seviyesine erişirse erişsin, yeryüzü asla insan ruhunu tatmin edici bir cennet olamaz. Ama dünya hayatı için çalışmaya değmez diye düşünmemiz de gerekmez.
Doğu kaderciliği için bir çok kişi İslam’ın kader inancını suçlu görür. En çok da tasavvufun teslimiyet, tevekkül gibi terimlerini. Oysa şark kaderciliğinin sebebi, tasavvufi teslimiyetten dolayı olamaz; çünkü tasavvufun gerçek kaynağı olan kuranda pasifisizm teşviki yoktur. Bilindiği gibi kuranda Süleyman a.s.’ ın emrindeki rüzgara ve cinlerden oluşan bir orduya emrettiğini okuyoruz.
Zaten Müslümanların kurana en sıkı sarıldıkları ve bütün emirlerini uyguladıkları hiçbir dönemlerinde pasif davrandıklarını görmüyoruz. Peygamber efendimiz de döneminin baskılarına sessizce boyun eğen değil, sayıca az, zayıf ve yoksul Müslümanları yüreklendirerek mücadele ve gayrete teşvik eden bir lider görünümünde çıkıyor karşımıza.
Bilgiyi aktifçe değerlendirmeye gelince; kuranda Yusuf as. ın kıssasında görüyoruz ki; gelecekten aldığı işaretle insanları uyarmak ve gelecek bir felakete karşı hazırlamak, Allah (c.c.) ın takdirine başkaldırmak sayılmıyor. O halde nereden gelmiş bize bu miskinlik?
“Romantik pasifisizm” doğunun mitolojik ve kültürel kaynaklardan beslenen karakteridir. Bu marazi karakter, Fars kültür ve edebiyatından Türk edebiyatına da geçmiş olan “felek” kavramıyla ilgili gibi görünür.
Arap edebiyatında dehre sövüldüğü gibi; Fars ve Türk edebiyatında da felek adındaki tesadüfi mi yoksa kasdi mi davrandığını bilemediğimiz vehmi varlığa sitemler edilir. Doğuda felek, yer yüzünün üzerine kapanmış göktür. Bu gök, altındaki ahalinin kısmetlerini kafasına göre gelişi güzel paylaştırır. Çoğu zaman da bu paylaşımı hiç adil değildir. Güzellere çirkin baht verir, akıllıların başına aklını şaşırtacak işler açar. Bu arada, işe yaramaz, akılsız, fena ahlaklı ve tembellere beklenmedik kısmetler verebilir ve bizi hep şaşırtır.
Adeta insana öğretilen iyi-kötü, doğru-yanlış gibi değerleri altüst eden; yaramaz biridir; felek. Yaşadıklarını bu hayali varlığın garip karakteri ile değerlendiren insan, hayata küser, yese kapılır ve bedbinleşir. Görüldüğü gibi aslında yanlış kader anlayışımızın sorumlusu İslam inancı değil, geçmiş kültürlerin kalıntısı olan mitolojinin sinsice zihinlere sızması ve İslam tasavvufunun terimlerini dejenere ederek kendine kötüye de kullanılabilir bir yer edinmesidir.
İslam düşünce tarihine baktığımızda tasavvufun ağırlığını hissetmemek mümkün değil. Ancak tasavvufun çok etkili olduğunu düşündüğümüz, çağın neredeyse bütün edebiyatçılarının tasavvufi aşkı ve duyguları dillendirdiği dönemlerde; sanıldığının aksine dergah ve tekkelerdekilerin; tasavvufun hakikatinden uzaklaşıp şekilciliği benimsediklerini; hatta bir dönem gelip dergahların ıssızlaştığını; bedava yemek ve yatacak yer verildiği halde bile kimseyi çekmediğini görüyoruz.
Demek ki, tasavvufi duyguların en çok dile düştüğü zamanlar; hakikatinden en çok uzaklaşıldığı dönemler olmuş. Bu yüzden şark tembelliği ve kaderciliğinin suçunu tasavvufa yüklemek, yarı yarıya haksızlık olsa gerek. Yarı yarıya diyorum çünkü, tasavvufta Allah (c.c.) ın takdirine rıza göstermek, onun gönderdiği imtihanlara sabrederek olgunlaşmak gerçekten de mevcuttur. Ama gerçek teslimiyette yaşananlardan şikayet edilmez, hikmetler anlaşılmaya çalışılır. Oysa sözde teslimiyetçi şark duygusallığı, kaderi; daha çok seçilen ifadeyle feleği sık sık şikayet ederler. Üstelik de İslam inancıyla hiç de bağdaşmayacak ifadelerle.
Bu arada sanıldığının aksine kadercilik sadece dini inanç ve mistisizmden kaynaklanan bir aşırılık değildir. Aynı zihin dejenerasyonuna; materyalist determinizmin tam tersi istikamette ilerlerken savrulabildiğini görebiliriz.
Materyalistlerin su katılmamışları, insan zihninin maddeden ibaret olması hasebiyle; tıpkı madde gibi katı kurallara tabi olduğunu kabule yatkındırlar.
Mesela insanın hürriyeti bahsinde deterministler, “insan zihni ve fiillerinin evrende geçerli kurallardan bağımsız olamayacağını” kabul ederler. İnsanın hürriyetini esas alanlara gelince, her halde bunlar ruh-beden ikiliğine daha yatkın kimseler olmak zorundadırlar ve samimi materyalist sayılmamaları gerekir.
Bediuzzaman, inançsız insanın her şeyi sebeplere bağladığı için, kontrolü altına alamadığı sebeplere kulluk ettiğini ve böylece daha da acınacak duruma düştüğünü söyler. Sebep ister tabiat kanunları gibi maddi olsun, ister mistik dünyanın işaretleri gibi metafizik olsun kişi bunları yöneten merhametli bir hakim olduğuna inanmıyorsa kendini bir kaos içinde zavallı bir halde bulması kaçınılmazdır. Bu kaos hissinden kurtuluşun çaresi hikmetli bir düzenin varlığına inanmaktır. İslam inancının temel parçası olan kadere iman, insanı sebepler perdesinin korkularından kurtarır.
Görüldüğü gibi hangi yönde olursa olsun İslam inancından uzaklaşanlar, kendilerini “insanın yeryüzü hapishanesinde, tesirler altında; aciz ve yapayalnız olduğu” inancında buluyorlar. Kader inancından bizi kurtarabilecek hiçbir tutarlı felsefe yok. Kaderi insanı zavallılaştırmadan yorumlayan, insanın yeryüzündeki durumunu tutarlı ve vicdana uygun biçimde açıklayan ve ona gerçek bir değer veren hiçbir düşünce biçimi bulamıyoruz. Özellikle de karma felsefesinde.
Karma kelimesi Türkçe’ye yanlış olarak kader diye çevrilebiliyor. Aslında karma felsefesi; kader inancının tam aksi istikametinde bir fikir sapmasıdır. Karma; ruh göçü inancının bir parçasıdır; ruhun önceki yaşamda yüklendiği olumsuz ağırlığı ifade eder.
Bu ağırlık tıpkı günaha benzer bir kötü kazanımdır ve kişiyi daha alt basamaklarda doğmaya mecbur etmektedir. Ancak kast inancına bağlı Hindistan’da gelişmiş bu inançta insanın ağırlık kazanıp daha alt seviyede dünyaya gelmesine sebep olan en büyük kirlenmeler, dünya işi ile meşguliyet; geleneksel düzene uymamak, kendinden aşağı seviyeden biriyle evlenmek veya fazla samimi olmak gibi bir şeyle düzene karşı çıkmaktır.
Bu garip inançta en yüksek erdem bir dilenci kasesinden başka bir şeye sahip olmamak, aç yaşamak ve bütün dünyevi işlerden uzak durmaktır. Tapınaklarda adakların sunulması ve cenazelerin defni ile uğraşan rahipler bile bir nebze kirlenmiş sayılırlar. Hele kadınlar toplumun en kirli kimseleridir; çünkü adet görmekte, çocuk bakmakta ve ev işleri yapmaktadırlar. Asil kadınların iş yapmaktan uzak durmaları, dini açıdan kirlenme korkusundandır.
Oysa İslam dininde insanlara hizmet etmek insanı kirletmez; arındırır. Kadınlar çocuk dünyaya getirirken bütün günahlarından arınmış sayılırlar. İslam tasavvufuna göre insanlara hizmet etmek manevi yükselişin anahtarıdır. Çalışmayıp dilenmek dinimizde hoş karşılanmaz, aksine insanlara yararlı bir üretkenlik teşvik edilir. Toplumsal statüler dini anlam taşımazlar; Allah (c.c.) katında insanlar bir tarağın dişleri gibi eşittirler.
Ama karma inancının da parçası olduğu hinduizmin garip bir tarafı vardır; bu din/dinler; onca kutsallık ve gelenekselliklerine rağmen felsefe biçimindedirler. Yani her çağda yeni fikirlere uyum sağlayıp kabuk değiştirebilir, bu arada başka dinlerle bağdaşabilirler. Çünkü hakikat vaadeden kesin bir kitap değil, sürekli kabuk değiştirebilen felsefi bir düşünce biçiminden ibarettirler. Bu yüzden ülkemizde karma denilince yüksek erdem ve fazilet tavsiye eden, hikmet ve doğru inanç vadeden bir hakikat zannedilerek sarılanlar bulunmaktadır. Kuşkusuz bunda karmanın batıda ilgi gören moda bir fikir akımı olmasının da rolü vardır.
Batılının karma inancına sarılmasının temelinde, bu inancın –özellikle de günümüzdeki versiyonunun- insanı tanrılaştırmasının rolü vardır. Batılı; hümanist dünya görüşüne uygun bir kozmogoni arayışı ile, insan ruhunun (atman) kozmolojik ruhsal bütünle (brahman) özdeş olduğu; yani insanın bir parça tanrı olduğu inancına meyletmiş görünmektedir. Böylece varoluşçu filozofların sözünü ettikleri ölüm ve yok olma korkusu, hayatın anlamsızlığı ve bundan bir çıkış bulamama duygusunu -anksiyete- tedavi etmeye çalışmaktadır. Oysa karma; insanın varoluş sorumluluğunu büsbütün artırarak nirvanaya ererek kurtulunması gereken bir hastalık haline getiren bir sıkıntı felsefesidir aynı zamanda. Steven Forrest’in İçimizdeki Gökyüzü eserinde karma felsefesinin kozmogoni anlayışını şu ifadelerde özetlenmiş buluyoruz,
“Bir görüşe göre biz ruhuz, saf bilinciz. Ölümsüz varlığız. Tekrar tekrar farklı fiziksel formlarda dünyaya gelerek büyük yaratıcıyla birleşmek üzere yavaş yavaş gelişiyoruz. Mevcut dış şartlar, bizim iç dünyamızı yansıtıyor. Doğumdan önce onları bilinçli bir şekilde belirliyoruz. Gelişimimize en uygun astrolojik yapıyı seçiyoruz. Hayatımızdaki her şeyden hoşnut olmayabiliriz ama bunlar rastlantısal değildir. Her şeyden faydalanabiliriz. İşimiz, ilişkilerimiz, psikolojik problemlerimiz, kısaca bütün bir tablo bilinçli bir seçimdir.”
İnsanın kendi kaderini kendisi seçmiş olması fikri; insanı tüm varoluşundan sorumlu tutan büyük bir sorumluluk değil midir? Batı kader inancını reddeden hümanist varoluşun boğucu sorumluluğundan; daha beteri bir felsefeye kaçmakta… insanın yakarışlarını duymayan, onu affetmeyen, onu kaderinin sürüklemesine terketmiş sessiz ve donuk ruh.
İnsan nirvanaya erip bu kuru mantıkçı ruha kavuşacak olsa; ne gibi bir haz ve his duyacaktır ki… oysa İslam inancına göre Allah (c.c.), kullarını her an görüp gözetir, duyar ve yardımına yetişir. Yaratılış, dünyada bulunuş ve sonunda hesap gününde toplanış; hep Allah (c.c.) ile birliktedir ve bunun huzuru mümin için büyük bir sevinç kaynağıdır. Oysa Allah (c.c.) ın koruyuculuğu ve merhametinin olmadığı yerde insan tanrılaşmanın yolunu bulsa bile rahata eremez.
Batı düşüncesi; Allah (c.c.) ile barışık olmayan şuur yapıları nedeniyle; kaderi bir sınırlama olarak görme eğilimindedir. Oysa dünya hayatı zaten bir sınırlamadan ibarettir. İnsan dünyada pek çok yönden sınırlanmış bir varoluşa sahiptir; zaman, mekan ve her çeşit kudret açısından sınırlanmış. Böyle bir sınırlı varlığın, sınırsız bir kaosla biçimlenmesi, akıl ve kalp açısından rahatsız edicidir. Oysa kader dediğimiz düzenleme, dünya hayatını bir programa bağlar.
Dünya hayatını sonsuz sağlık, mutluluk ve kudretle anlamlandıracağını sanan batılı, bunları sınırlayan bir düzenlemeyi nefretle karşılar. Mesela manyetizmanın kurucusu Anton Mesmer isimli Alman hekim; gökcisimlerinin bazı insanları hasta eden tesirleri olduğu, aynı zamanda bazı insanların ise gökcisimlerinden kaynaklanan bu manyetik tesiri olumlu kullanarak hasta insanları iyileştirebileceğini söylüyordu.
Bugün bioenerji vs. isimlerle bilinen manyetik bir tesir gücüne sahip Mesmer, kısa süre içinde birçok hastanın umudu haline geldi. Daha sonra hakkında hastalarını telkinlerle kandırarak istismarcılık ve büyücülük yapma iddialarına maruz kalarak ülkesini terk etmeye mecbur bırakıldı. Mesmerin görüşlerinin büyük bir kızgınlıkla karşılanmasının nedeni; insanın gökcisimlerinin tesirinde kabul edilmesinden duyulan rahatsızlıktı. Astrolojiye göre insan ister maddesi ister ruhuyla olsun; maddi veya metafizik göklerin tesiri altında kabul ediliyordu. Bu ise, insanı asla güç yetiremeyeceği bir düzenlemeye boyun eğmek zorunda bırakacaktı. Çünkü; gökcisimlerini konumlarına müdahale edilemezdi!
Kaderi inkara güç yetirmek için tüm maddi bilgisini seferber etmiş olan batılı, yeni bir inanç dalgasıyla karşı karşıya kalmak istemiyordu. Bu yüzden astrolojinin insan kalbinin doğal diline son derece uygun olmasından kaynaklanan çekiciliğini, Freud ve Jung’un bilinçaltı açıklamalarıyla izah etmek herkese uygun geldi. Bunlar insanoğlunun evrimi sırasında biriktirdiği ve gelecek nesillere aktardığı imgelerle dolu olan bilinç altının; belli başlı akretiplere; yani modellere sahip olduğunu söylüyorlardı. Ancak metafizik düzenlemenin ve eşzamanlılık kuralının sebeplerini anlamayı gelecek nesillere bıraktılar.
“Dr.Nörolog Tommy Neider (Harvard MİT’den ihtisaslı) yaptığı çok ilginç bir tıbbi araştırmada gökcisimlerinin her birinin insan beyninde çekirdek adı verilen bazı merkezlerde etkili olduğunu buluyor. Beyindeki çekirdeklerin birbirine olan oranları ve dizilimlerinin Güneş sistemindeki gezegenlerin birbirine olan oranları ve dizilimleriyle manaca benzer ve uyumlu olduğunu görüyor. Yani her gezegenin beyinde karşılığı olan bir çekirdek var.
Beyin tamamen homojen bir yapıda değil. Gri ve Beyaz cevherleri var. Ve bunların arasında sadece bir tane kırmızı renkli bir çekirdek mevcut; “NUCLEUS RUBRUM” adlı bu çekirdeğin, gökyüzündeki tek kırmızı renkli olan “MARS” gezegenine karşılık geldiğini keşfediyor. Deneysel olarak beyindeki bu merkeze elektrik uyaranı verildiğinde öfkelenme, sinirlenme, denge kaybı, düşme veya kazalar meydana geliyor. Astrolojik olarak Marsın manası da benzerdir. Yani Makrokozmos aynı şekliyle mikrokozmos olarak insan beyninde mevcut.”
Gerçi böyle bir araştırmanın “benzerliklerde bir mana olması” fikrine yabancı bir bakış açısı için hiçbir bağlayıcılığı yok. Hatta bu çalışmaları ihtiyatla karşılamak gerek; çünkü insanı gökcisimlerinin oyuncağı olmuş zavallılar gibi görmek, paganist bir hurafenin bilimsel versiyonuyla karşı karşıya bırakır.
Burada sözü edilen manaca benzerlik, ancak inanmak isteyenlerin dikkate alacağı bir uyumdur. İnanmak istemeyenlere göre ise, tesadüften ibarettir. Metafiziğe, yani evren ve insanın manaca alakalı ve kaynakça özdeşliğine inanmayanlar için hiçbir delil bilimsel sayılmaz. Çünkü astroloji ancak metafizik dünya görüşüyle manaya kavuşur. Bazıları insan üzerinde metafizik veya manyetik bir etki bulunmasını huzursuz edici bulurlarken şunu göz ardı etmekteler; Aslında sadece astrolojinin gösterdiği madde ötesi düzenleme değil, maddenin kurallarının geçerli olduğu akli düzenleme de insanı huzur içinde hissettiremez. Bedensel olarak son derece zayıf ve tehlikeler altında bulunan insan bedeni, sahipsizce savrulduğu bir kaos içinde sürekli ihtiyarlık ve ölüme doğru sürüklenmektedir. Ruhu bu korkunç manzaranın işkencesinden kurtaran tek açıklama; İmam ı Gazali’nin açıklamasındadır;
“Bunların durumları kağıt üzerinde yürüyen karıncalara benzer. Karıncanın biri yazıları görünce bakar, kalemin yazdığını görür, sevinir.“Bu işin aslını anladım, yazıları kalem yazıyor.” der. Öbür karınca biraz daha yukarı bakar kalemi tutan parmakları görür, “Hayır, asıl yazan parmaklardır.” der.
İşte yer yüzündeki olayları maddi sebeplere bağlayanlar; ilk karınca gibi birinci perdeye takılmışlardır. Yıldızların fail olduklarını sanan astrologlar da öbür karıncanın takıldığı ikinci perdeye takılmışlardır. Oysa bu sebepler perdesinin arkasında dileyen ve yöneten bir kudret vardır.”[1]
[1]İmam ı Gazali, Kimya ı Saadet s. 55
Bir yanıt yazın