Göklerin düzenine dair görüşlerin çoğu dinidir ve bu dini görüşlere kozmogoni denir. Kozmogoni, uzayı inceleyen bir fizikçi veya astronomun bakış açısından çok farklı bir bakış açısının göklere dair sezgisel yorumudur.
Pozitif bilimlerin metodu duyusal algıların deneysel tekrarına dayalı akli tecrübedir. Mesela “su 0 derecede donar”, dediğimizde, deneysel tekrarı mümkün ve herkes tarafından gözlemlenebilir bir tecrübeyi ortaya koymuş oluruz. Ancak gizemsel bilginin dayandığı temel, hissi gözlem, sezgi tecrübesi ve yorumdur. Akılsal bilgi objektif kıyaslama kurallarına uyarken; sezgisel duyuş; his ve yorumlara dayanır. Bu yüzden sezgisel yorumların sadece şahsi çabayla yürütülmesi imkansız ve manasızdır. Mesela sema ekvatorunun belli karakterlere ve manalara sahip; burç denen aralıklardan oluştuğunu, yer olaylarının; gökcisimlerinin bunlardaki hareketleriyle manaca uyumlu olduğunu; hangi hayal gücü ortaya atmış olabilir ki, binlerce yıldır insanlar buna inanmış olsunlar…
Üstelik objektif bir bakış açısıyla asla ispatlanamayan, ancak sezgisel olarak hissedilenlerce inanılan bir mana uyumudur bu. Bu yüzden de günümüz bilim anlayışı tarafından hiçbir zaman ilim olarak kabul edilmesi mümkün olmayacaktır.
Astroloji ilminin de parçası olduğu kozmogoni; bilimden çok bir yorumdur; çünkü; gökcisimlerinin hareketleriyle yer yüzündeki olaylar arasında irtibatın bulunması; sezgisel bir yorumdan ibarettir. Akıl ölçeği ile ölçülemeyecek, hissi bir duyuşla yorumlanabilecek bir yorumdur bu. Bu yorumu herkes, kendi inanç ve görüşüne göre yapmaktadır. Bu duyuşa açık olmayan kalpler ise, bunu büsbütün inkar etmektedirler.
Aslında bilimsel bilgi, insanın duyumlarından pek çoğuna mana biçemez; sadece kozmogoniye değil. Mesela ünlü filozof Bergson’un; tahsil yıllarında kapıldığı pozitivist inkarcılığından dönüş yapmasında tabiatla iç içe kaldığı zamanlarının büyük önemi olmuştu. Bunlardan birinde güneşin batışı sırasında ortaya çıkan harikulade manzarayı seyrederken şöyle demekten kendini alamadı; “kimyagerler acaba hiç güneşin batışını seyretmemişler mi?” Onun kimyagerler dediği kimseler; insanın varlıkta görüp duyduğu her şeyi; aklın çözümleyebileceğine inanan bilim-perestlerdi. Oysa bilim bir insanın müziğin ahenginde hissettiği zevki, güzelliklerin seyredilmesinde duyduğu hayranlığı nasıl açıklayabilir? Bilim için renkler ve sesler değişik frekanslardaki titreşimlerden, ve ışığın farklı dalga boyundaki yansımalarından başka nedir ki? Aynı şekilde gök cisimlerinin birer felekte yüzüyor olması da bilim için “fizik kanunudur”. Hatta bilim bu determinist çehreye bakarken o kadar şuurunu yitirir ki; bu nesne yığınını öznesiz, bu düzeni düzenleyicisiz, bu kanunları kanun koyucusuz görür.
Bilim “ben her şeyi bilirim” ukalalığı ile ortaya atıldığından bu yana; evren insanoğlunun ayağının altından kaymaya başladı. Bilim maddeye sırtını vermiş; “öznesiz nesne; manasız biçim ve gayesiz seçim” teorisine; “maddenin sağladığı güvenceyi” dayanak yapmıştı. Oysa bugün biliyoruz ki madde insanoğlunun avucunun içinden kayıp gitmiş, boş bir hülyaya dönüşmüştür. Bu sefer de uzak doğu inançlarının nihilizmini esas alarak bir felsefe ikame eden zihinler, çalkantı içindedirler. Şimdi insan zihninin yeni putu, gömüldüğü yerden çıkarılan eski köhne bir mabuddur. Dehr.
Dehr; mutlak anlamda zaman demektir; yani parçalara ayırdığımız; gün, ay, yıl gece gündüz diye adlandırdığımız “zaman”ın; hiçbir kayıt altına alınmadığındaki mutlak adı. Zamanın bir özne gibi görüldüğü anlayışta adeta tanrılaştırılan soyut bir varlık.
Cahiliye toplumunda şairler varlığın akıp gidişini, yeryüzündeki sürekli oluş- yokoluşu; dehrin yıkıcı faaliyetine bağlar; ona sitemlerde hatta sövgülerde bulunurlardı. İhtiyarlığa, ölüme ve her güzel şeyin bitip gitmesine sebep olarak, dehr denilen garip ruhun acımasızlığı gösterilirdi. Peygamber “Dehre sövmeyin. Çünkü onu düzenleyen Allah’tır.” derken; zamanın kendiliğinden fail sayılmasındaki düşünce bozukluğuna dikkat çekmiş olmakta.
Mitolojik düşünceye zihinlerini kaptırmış olanlar; zamanın akışını göklerle bağlantılı gördüğünden, onda kutsal bir kudret vehmetmişler. Zaman ve gök, insanı acımasızca yok eden kahredici bir kudret olarak tasavvur edilmiş. Özellikle de bu kudretin başıboş olduğunu sanmak, insanı son derece karamsarlaştırmış.
Göklerde yer yüzünün işlerini çekip çeviren birilerinin olduğuna dair bilgi, esası itibarıyla tevhit dininde de mevcut bulunan; ama çok tanrıcı dinler tarafından dejenere edilmiş bir haberdir. Kuranda göklerin egemenliğinin Allah (c.c.) a ait olduğu, meleklerin her birine çeşitli işlerin taksim edildiği bildirilir. Ancak bu melekler ve felekler; insan hayal gücü tarafından Allah (c.c.) ın akrabaları, kızları ve onun mülkünde ortakları gibi düşünülmeye başlanmış. Oysa kuranda haber verildiğine göre melekler kendiliklerinden ve özgürce hiçbir şey yapamazlar; sadece Allah (c.c.) a itaat ederler. Zaten göklerin kusursuz düzen ve uyumu bu kayıtsız şartsız itaattendir; başka bir şeyden değil. Ne yazık ki göklerin mükemmel düzeni kendiliğinden bir kudret gibi görülmüş.
Platon’un Tiamaios adlı eserinde naklettiği; kendi çağının yıldız-perest inancına göre yazılmış kozmogoni görüşünde şöyle ifadeler vardı;
“Tanrı gökleri kendine yeter, kusursuz; adeta tanrı gibi yarattı.”(34.b.)
Platon ve çağdaşlarının aktardıkları bu düşünceden dolayı asırlar boyunca insanoğlu; Ay üstü alemin kurallarının farklı olduğunu sandı. Uzayda her şeyin küre şeklinde olup düzenli hareket etmesinin; göklerin kutsallığından kaynaklandığının sanılması; “en azından farklı fizik gerçekliğe sahip olduğu” düşüncesini akla getirdi. Oysa fiziki göklerin bir kutsiyeti yoktu, kuranda haber verildiği gibi, “dünya seması; insan için yıldızlarla süslenmiş” olması dışında bir etkiye ve hele de kutsallığa sahip değildi.
Yeryüzündeki işlerin Allah (c.c.) ın isteğine göre düzenlenmesi için görevli meleklerin bulunduğu semavat; insan ve cinlerin zihin ve duyularıyla ulaşamayacağı; idrak sınırlarının ötesinde, korunmuş bir egemenlik sahasındaydı. Zaten Kuran’da geçen burç kelimesi de; şehirlerin etrafındaki kalelerin burçları gibi, madde alemini kutsal alemlerden ayıran sınırın karakolları olan gök kapılarını ifade ediyor alimlere göre. ( bak; Hicr; 16’nın açıklaması için; İbn i kesir; Hadislerle Kuran ı Kerim Tefsiri; c. 9 s. 4381)
Tasavvufi gök tasavvuruna göre bu gök kapılarında yeryüzünün işleri için vazifeli meleklere görevlerini iletip paylaştıran melekler bulunuyordu. Kuranda bu gök kapılarından bahsedilen ayetlerde; “kahinlerin emrindeki cinlerin bu kapılara yaklaşarak iletilen emirleri duymak; böylece yeryüzünde olacakları önceden bilebilmeleri için sahiplerine getirmek istediklerinde kovuluşları” bahsini görüyoruz. Kısaca burçlar, duyu ve aklımızla ulaşabildiğimiz yer alemiyle; ancak vahiy sayesinde sıhhatli bilgi alabildiğimiz gök aleminin sınırında kurulmuş soyut kapılardır. Maddi varlıkları yoktur.
Nitekim önceleri burçların dünya göğünü süsleyen yıldız adalarının biçimleriyle ilgili olduğu sanılıyordu. Oysa biliyoruz ki, sabit sanılan yıldızların seması çok yavaş bir biçimde kaymakta, böylece burçların yeri birbirinin yerini alacak şekilde değişmektedir. Ama astrolojik olarak yapılan sezgisel gözlemlerde güneşin ilkbaharda yine koç burcuna girdiğini görmekteyiz. Bu durumda burçların yerinin yıldızlardan bağımsız tamamen metafizik olduğunu kabul etmiş oluyoruz.
Burçlar hakkında İmam ı Gazali’nin Kimya ı saadetinde şöyle bir izaha rastlıyoruz.
“Burçlar, gezegenler ve bunların çok ötesinde bulunan arş, bir bakıma bir sultanın mülküne benzer ki, bu sultan baş vezirini on iki pencereli bir salona oturtmuştur. Bu pencerelerin her birinde de birer nazır bulunmaktadır. Sultan, yapılacak işleri baş vezirine bildirir, o da; pencerelerdeki nazırlara bu işleri paylaştırır. Bu arada bir takım dönücü hizmetkarlar vardır ki, bunlar dönüşleri esnasında bu pencerelerin önüne gelirler. Pencerelerdeki nazırlardan aldıkları emirleri aşağıdaki dört sabit görevliye iletirler.
İşte arş bu salondur ve orada oturan gök melekleri levhten indirilen planı, bir programa dönüştürerek on iki burçtaki ilgili meleklere paylaştırırlar. Bu melekler Allah (c.c.)’ın emrini gezegenleri dolaştıran meleklere ulaştırırlar ve bu melekler de yer yüzündeki dört unsura iletirler. Dört unsur, ellerindeki yaşlık, kuruluk, sıcaklık, soğukluk kuvvetleriyle işlerini görürler.” (s.58)
Belki “yeryüzünün işlerini yapmak için Allah (c.c.) ın melekelere ihtiyacı mı vardı? Bunların yaratılmasının, bu düzenlemenin manası nedir?” diye düşünülebilir. Çünkü çağlar boyunca “meleklerin, gök katlarının ve gökcisimlerinin yeryüzüyle ilgileri” insanların inanç konusunda sapmalarına sebep olmuştur. Mesela Platon’un aynı eserinde gördüğümüz ifadeler; yaratıcının yeryüzünün işlerini bu yardımcı ilahlara bıraktıklarına inandıklarını göstermektedir.
“Ölümlü tenlere şekil vermeyi ve elden geldiğince iyi ve bilgece yönetmeyi genç tanrılara bırakan baba Tanrı; dinlenmeye çekildi. Babalarının ne istediğini doğru anlayan çocukları şu anda yeryüzünün işlerini çekip çevirmektedirler.”
Hinduizmdeki çok tanrıcılığın da sebebi benzer yanlış anlamadan kaynaklanır. Sayıları irili ufaklı 330 milyona varan ilah ve ilahe; esas Tanrı’nın çeşitli sıfatlarını taşıyan görünümleri; bedenlenmeleri ve çeşitli işlerin başındaki görünümleridir. Öyle ki çok tanrıcılar; öksürük tanrısı, hırsızlar tanrısı gibi garip ruhlara tapınaklar yapılmış, adaklar sunmuştur. Benzer bir dini inanca sahip Japonya’da haydutlar ve siyasi ayaklanmacılara dahi tapınaklar yapılarak tapınılır. Hatta Robert Koch adlı bir batılıya dahi tapınmışlardır. Ama bu inançları onların daha çok gelenekleri gibidir. Bu gibi kültürlerde genellikle kalplerde soyut bir gerçek Allah (c.c.) fikri mevcuttur. Sadece çeşitli işlerden sorumlu ruhsal güçlere adaklar sunup dileklerde bulunmak adet haline getirilmiştir. ( Ayrıntılı bilgi için Bak; Sadık Kılıç; Mitoloji, Kitab ı Mukaddes ve kuran ı Kerim)
Kainatta birden çok tanrının söz sahibi olması düşüncesi; her zamanın aklı başında insanlarına ters gelmiş aslında. Ancak çok tanrılı milli dine başkaldırmak, tapınak rahiplerinin çıkarlarını sarsacağı ve bu yarı tanrıların soyundan geldiklerini öne süren aristokratlara başkaldırı sayılacağı için, bu görüşü dile getirmek oldukça tehlikeliymiş. Mesela gök cisimlerinin ilah değil, taştan ve ateşten küreler olduklarını; ve kendilerini yöneten egemenliğe boyun eğmiş bulunduklarını söyleyen ilk çağ filozofu; dinsizlikle suçlanarak şikayet edilmişti. Belki kaçarak kurtulmasa onun da sonu; zehir içerek ölmeye mahkum edilen Sokrat’ın ki gibi olacaktı. Bu yüzden Platon temkinli davranarak yöneticilerle ters düşmemeye çalışıyor.
“Tek tanrı sonra genç tanrıları yarattı. Gerçi bunlara inanmamız için elde kesin bir delil olmasa da, onun soyundan geldiğini iddia edenlere uyalım ve onların varlığına inanalım” (a. e. 46. e)
Yunanistan’dan önce, Mezopotamya ve Eski Mısır’da da durum çok farklı değildir. Mesela gökcisimlerine ve onların temsilleri olan kavminin ilahlarına tapınmadığı için İbrahim a.s. ın ateşe atılması meşhurdur. İnanç konusunda devletin bu baskıcı tutumunun nedeni; Nemrut ve firavunların Güneş tanrısının soyundan gelmesi inancıydı. Bu garip görünüşlü inanç, “Güneş’in gökteki hükümranlığına benzer bir hükümranlığı onun da yer yüzünde kuracağının kabul edilmesinin” sembolleştirilmesine dayanıyordu. Zaten mitoloji ve çok tanrıcılıkta sembollerin somutlaştırılmasının rolü daima baskındır. Manevi manaların anlaşılması için tabiat varlıkları kullanılarak yapılan temsili anlatımların daha sonra başlı başına bir inanca dönüştüğü en belirgin örnek; güneş kültüdür.
Bir yanıt yazın