Bediuzzaman’ın eserlerinde; bütün dinlerin esoteriğinde rastladığımız güneş vasıtasıyla yapılmış teşbihleri görürüz.
“Mesela şems dünyaya girdi, her bir aynada kendini gösterdi. O akislerin her birinde güneşin hassaları hükmünde olan ziya ve ziyadaki yedi renk bulunuyor. Eğer farzedelim ki; güneş şuurlu olsaydı; (harareti; kudretinin sembolü; ışığı; ilminin sembolü; ışığındaki yedi renk; yedi sıfatın sembolü olarak ) o vakit; o tek ve biricik güneş; bir anda bütün aynalarda bulunur, her birini kendine bir arş veya bir çeşit irtibat bürosu yapabilirdi. Birbirine mani olmadan her biriyle ayrı ayrı görüşebilirdi. Bu durumda aynalar güneşten uzak olsa da güneş bu aynalara kudretiyle yakın olurdu.”
Bu teşbihte, bizim Allah (c.c.) a uzaklığımıza karşı nasıl olup da Allah (c.c.) ‘ın bize “şahdamarımızdan daha yakın olduğu” meselesinin izahını görüyoruz. Görüldüğü gibi ifadede Allah (c.c.) ın ilim ve kudreti ile bize yakın iken; bizim ilim ve kudret konusundaki izafiliğimiz nedeniyle Allah (c.c.)’ a uzak oluşumuza “Güneş ve ayna vasıtasıyla” teşbih yapılıyor. İbn i arabi gibi mutasavvıf düşünürlerin eserlerinde de rastladığımız bu temsiller ve mecazlar; bütün dinlerin esoterik derinliklerinde görülebilir. (örn. Haç’ın simgeselliği üzerine Rene Guenon’un bir eseri vardır ki; temel mesaj insan maneviyatının gökle yeri birleştiren kutsal bir ağaca benzetilmesidir.)
Yahudi kabbalası, Hıristiyan gnostisizmi; Hint vedaları; Çin Tao-te öğretisinde de “tek ve hiçbir karakterle sınırlanmamış aşkın Yaratıcı’nın; çokluk alemindeki yansımalarından” söz edilir. Bu soyut ifadeleri hissedilir bir anlaşılırlığa kavuşturmak için ışık sembolü son derece uygundur.
Söz gelimi Hindu inancında şöyle bir ifade vardır; “Gökte bir tek Ay var, ama sularda aksi sonsuz. Her testinin suyunda başka bir Ay, o testilerden biri de sensin. Ateşten fışkıran kıvılcımlar gibi,Tek cevherden fışkırmış bütün varlıklar.” (Sadık Kılıç, a.e. s. 263. Meriç, Bir Dünyanın Eşiğinde’ den alıntı.)
Hıristiyan teolojisine yön vermiş Yeni Platonculuğun gözde isimlerinden Plotin ise bu temsili biraz daha müşahhaslaştırmıştır ve Tanrının evrenin kaynağı olması meselesini; “İlk aklın nur halinde taşmasına” bağlamıştır. Ancak bu düşünce ekolü, yakın çağda Spinoza gibi deist ve panteist düşünürlerce saptırılmıştır. Günümüzde sinsice yaygınlaşan bu görüşte İslam’ın Allah (c.c.) inancına uymayan unsurlar vardır. Batıdan çeviri kişisel gelişim; hikmet ve mistisizm kitaplarıyla gençlerimizin inancına tesir eden bu düşüncede “Tanrının bilinçli olarak yaratıcı değil de, zorunlu olarak yaratıkların içsel enerjisine kaynaklık etmesi” gibi bir görüş vardır. Bu düşünce çarpıklığı, geçmiş milletlerin güneş kültünün günümüzdeki sinsi devamı saymak pek de yanlış olmasa gerekir.
Bergson’un ve onun izinden giden sezgicilerin; her şeyin özünde bulunduğuna inanarak putlaştırdıkları; “vital, hayat enerjisi;” geçmiş milletlerin Güneş tanrısının niteliklerine fazlasıyla benzerdir. Çağlar boyunca insanoğlu; “insan ruhunu ve böylece Allah (c.c.) ı bilmek için kainat sahnesinden ibretlere derin düşüncelerle bakmak” ilmini; çok tanrıcılığa alet etmiştir. Güneş tanrısı da böyle bir somutlaştırmanın ürünüdür ve yer yüzündeki enerjinin, hareketin ve hayatın kaynağı olan güneşin; böyle bir hayat tanrısının sembolü olduğu var sayılmıştır.
Esasında hadisi şeriflerde gördüğümüz üzere hayat; Cebrail a.s.ın temsil ettiği ilahi sıfatlardandır ve esoretizmde Cebrail a.s. aynı zamanda Güneş feleğinin de sorumlu meleğidir. Yani manaca benzerlik ve uyum söz konusudur. Ama gerek soyut olarak hayat, gerek Güneş, gerekse Cebrail a.s. Allah (c.c.) ın El-Hayy, El-Alim, El-Kadir gibi isimlerinin tecellisinden yaratılmış; itaatli varlıklardır. Burada Allah (c.c.) ın sıfatlarının ve onlar tecellisine mazhar varlıkların putlaştırılması söz konusudur.
Allah (c.c.) ın irade ve ilim sahibi olan; dilediği gibi yaratan ve kurallar koyan; itaat bekleyen; üstünlük ve azamet sahibi Rab olması inancını nefsine yediremeyen; bunun yerine kısmi bir hükümranlığa ve yetki alanına sahip bir tanrı görmek isteyen insan egosu; eski eserlerdeki manaları her zaman çarpıtabilmiştir. Nitekim, cahiliye Araplarının putlarının da isimce kökenleri; Allah (c.c.) ın isimlerinden bozmadır. Hatta Allah (c.c.) ın tekliğine davet eden peygambere itiraz ederken; “biz çok tanrı görüntüsü altında tek Allah (c.c.) a inanırız. Mesela Lat; Allah (c.c.) isminden; Uzza, Aziz isminden; Menat Mennan isminden edinilmiştir.” Derlerdi. Bunlara karşı inen ayette,
“En güzel isimler Allah (c.c.) ındır. Siz O’na; o isimlerle dua edin ve onun isimleri konusunda eğri olda gidenleri bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaktırlar.” (Araf; 180 ) denmiştir.
Gerçekten de mitoloji ve çok tanrıcılıkta Allah (c.c.) ın isim ve sıfatlarında ayrı ayrı varlıklar vehmedilmesi çok yaygındır. Hatta arkeoloji ilmi ile uğraşanlar; aradaki ayrımın nerede başladığı konusunda bilinçli olmadıkları takdirde hatalar yapabilmektedirler. Mesela Türk mitolojisinde Allah (c.c.) ın rahmetini ifade için; Rahman ve Rahim’in karşılığı olarak, Umay Tanrı; denir. Oysa çoğu yerde; azametli, üstün ve kahredici bir kudrette anlamında olarak Gök Tanrı denmektedir. Yine hikmetli ve adil anlamında da Tanrı Ülken denebilmektedir. Bazı mitoloji araştırmacıları bu ifadeleri; “Türklerde tanrı ve tanrıçalardan oluşan bir çok tanrıcılık inancı vardı” şeklinde yorumlayabilmişlerdir. Çünkü uma; anne demekti. Umay, “anne gibi merhametli olan” ifadesinin soyutlaştırılmasından ibaretti. (ayrıntılı bilgi için bak; Hikmet Tanyu; Türklerde Tek Tanrı)
Tasavvufta Allah (c.c.) ın rahmetinin binde birinin yeryüzü varlıklarına paylaştırıldığı, Allah (c.c.)’ ın merhametine bir örnek olsun diye en çok da annelere pay verildiği şeklinde bir inanç vardır. Belki geçmiş milletlerin tanrıçalar edinmelerinde de benzer yanlış anlamaların rolü olmuştur. Mesela İslam tasavvufunda; “Allah (c.c.) ın gazabından yine Allah (c.c.) ın merhametine sığınmak” anlamında olmak üzere yapılan dualar ve yakarışlar; zamanla “Allah (c.c.) ın merhametli bir eşi veya kızları varmış” inancına dönüşmüş olabilir. Kısacası; geçmiş milletlerin inanç sistemlerinde soyuta varmak için kullanılan benzetmelerden semboller edinme ve soyut aslını unutarak şekilciliğe sıkıştırmanın önemli yeri vardır.
İlim, kudret ve hakimiyet sembolü olan Güneş de böylece tanrılaştırılmış, hükümdarlar yeryüzünün güneşi, güneşin oğlu vs. sayılmıştır. Esasında Güneş kültünde kastedilen; “ışığın sembolü olan doğru bilgi ve inancın gerek insanda; gerek toplumda egemen olmasının”sembolize edilmesidir. Benzer şekilde edebi eserlerde, “gözümün nuru, gönlümün ışığı; marifet güneşi” gibi ifadeler kullanılır. Çünkü ışık; bir nesnenin tüm niteliklerinin dalgalara dönüşerek göze ulaşması ve doğru olarak görünmesi için önemli bir soyutlama vasıtadır. Tıpkı akıl ve kalbin somut nesneden soyutlamalar elde etme kabiliyeti gibi. Üstelik Güneş ışığındaki ısı enerjisi; yeryüzünün ısınması; hareketlenmesi ve canlıların beslenmesi için çok önemli olduğundan; hayatın kaynağındaki temel enerjiyi sembolize etmeye de elverişlidir.
Bir yanıt yazın