Gökcisimlerinin dönüşü, bugünkü bilim anlayışının insan sezgisini körleştirmesinden önceleri oldukça manalı gelmiş insanoğluna. İçlerinden pek duyarsız olanları hariç tutulursa, pek kimsenin aklına gelmemiş, “tesadüf, tabiat kanunu, fizik yasası” gibi son derece açıklayıcı ve fazlaca mantıklı izahlar (!)
Materyalist felsefenin oyuncağı haline gelmiş modern bilimin insanoğluna hayret duygusunu kaybettirmesinden önce, insanoğlu kainatta manalar okurmuş; sezgi diliyle…
Sezgi… günümüzdeki kadar çok dile düşmemişti o zamanlar. Ama sessizce yaşanır, duyumsanırdı ve hayatın manalandırılmasında birinci dereceden söz sahibiydi. Günümüzdeki gibi hayal ve fantezi değildi, hayatın okunması ve tadına varılmasında temel his merkezimizdi. Ama belki de hor kullanılmasından olacak; güven kaybetti zamanla. Şimdilerde sezgilerimiz, pek önem vermediğimiz bir ruhsal kabiliyetimizdir artık; hayatımızın süsü, oyalanması nevinden işlerde kullandığımız…
Hayatımızın önem verdiğimiz taraflarını ise maddeci akılla değerlendiriyoruz. Çünkü hayatımızın en önem verdiğimiz tarafı maddi ihtiyaçlarımız oldu gittikçe. Oysa beklenen bir şey değil di bu… insanoğlu zihinsel gelişimini ileri götürdükçe maddeye hakim olacak, onu hayatının belirleyici bir unsuru olmaktan çıkaracaktı. Ama öyle olmadı; maddenin sırlarına erip, onu hüküm altına alma çabamız, bizi maddeye daha da muhtaç hale getirdi… çünkü maddeden nasıl yararlanacağımıza dair akılcı ve teknik bilgi, maddeyle aramızdaki hiyerarşiyi unutturacak kadar bürüdü zihnimizi ve bizi manaya karşı körleştirdi.
Bu tatsız gelişmenin hakiki sebebi; hayatımızın en fazla önem verdiğimiz tarafının kainatı ve kendi iç alemimizi okumak, duyumsamak ve sırlarına varmak değil de; hayatı kazanmak olmasıydı.
Eğer insanlık tarihini evrimleşme, ilerleme şeklinde yorumlayanlardansanız, aklı bedensel ihtiyaçlarımızın emrinde kullanma konusunda epeyi ilerleme kaydettiğimiz bir gerçek. Artık insanoğlu ihtiyaçlarının temini için daha az kaba kuvvet, daha fazla zihin faaliyeti sarfediyor. Bu da insanı kaslarıyla değil; ama sinir sistemiyle çalışan ve sistemin yürütülmesine beyniyle katılan bir düşünce robotu haline getiriyor. Bütün gün bilgisayarının başında oturan; önünden akıp giden harfler ve sayılara odaklanmış; adeta onlarla bütünleşmiş, dikkat ve gerilim halinde çalışan modern insan; akşam eve gelince bir tek şey istiyor; gevşemek…
Gevşemek için maddi bağımlılıklar ve uyuşturucu eğlenceler kullanılır günümüzde, sonra etkili bir dinlenme ile yeni güne hazırlanılır. Bu kısır döngüye ara verildiği tatillerde de tek istenen şey; çalışma hayatına gerilimden boşalarak zinde dönebilmek için çılgınca eğlenmek, maddi açıdan tatmin olmak, küçük heyecanlar yaşamaktır… hayatın sırrına, kainat şaheserinin manalar fısıldayan sembolik diline ve iç dünyamızın gizemlerine bir türlü sıra gelmez…
Çoğumuzun hayatı böyle geçip giderken, elbette aramızdan hayatı durdurup incelemek isteyenler de çıkıyor. Hayat koşuşturmasından çıkıp kaba gürültüden uzaklaşınca kendi iç dünyasını dinleme fırsatı bulan kimselerin, iç dünyalarıyla kainat arasındaki olağanüstü uyumu fark etmeleri mümkün oluyor.
Aslında kainatın sembolik dili, iç dünyamızın imgeleriyle o kadar uyumlu ki, hayat şamatasına ne kadar dalmış olsak da; bu olağanüstü uyum üzerinde düşünmekten uzak kalamıyoruz. Gerek doğuda, gerek batıda sezgisel kabiliyetlerini değerlendirip, eski bilgelerin sırlı öğretilerinin de rehberliği ile kainat ile insan arasındaki garip ilişkiyi anlamaya çalışanlar her zaman varolmuş, bugün de bir şekilde varolmaya devam ediyor. İşte gökyüzünün simgesel dili; bu mana açlığına ilginç ipuçları sunmuş.
Gökyüzü ve gökcisimleri, kainatla insan arasındaki esrarlı ilişkinin temel alfabesi yerinde olmuş her zaman. Doğuda veya batıda insanın kainatı çıkarcı aklıyla değil de manaya susamış gönlüyle okuyup yorumlamasına dair hiçbir öğreti yoktur ki, gökyüzüne bigane kalmış olsun. Aksine insanın kendini yeryüzünde bulmasının esrarına dair açıklamaların hepsinde belirgin bir “gökyüzü” unsuru var.
İnsanın kendisinin varlığını manalandırması çabasında başvurduğu en eski söylencelere mitoloji diyoruz. Türkçe’deki masal kelimesi; yunanca misus, fransızca mythosun karşılığıymış önceleri. Bizde masallar daha çok çocuklar için söylenir olmuş; ama biliyoruz ki bir ara yetişkinler de destanların, efsanelerin cazibesine kapılmış, hatta onları kainat ve insanın yaratılışı, yada varoluşun başlangıcına dair bir açıklama olarak benimsemişler. Böyle bir açıklama eskiden beri hep var olduğundan; zaten olmamasının düşünülemeyeceğinden olsa gerek, pek akılca kriterize edilmemiş bu söylenceler; hatta tarihi bilgi gibi görülerek yazıya bile geçirilir olmuş. İyi de olmuş; çünkü, zamanın akışı içinde dilden dile aktarılırken hep kendi çağının mantığına uydurulmuş, bu yüzden de eleştirilmemiş bu söylentiler, yazılıp zaman içinde sabitleşince sorgulanmaya başlanmış. Ama ne kadar kuşku duyulur hale gelse de, onu sorgulayan filozofları bile etkilemeye devam etmiş.
Başlangıca ve evrenin kutsal sırlarına ait tüm bu hikayelerin ortak özelliği, bir şekilde gökyüzünün çok önemli olmasıdır. Araştırmacılar bunu, bütün mitolojilerin Mezoptamya Sümer uygarlığından kaynaklanmasına bağlarlar. Sümer yaratılış destanı; “Enuma eriş” yani, “başlangıçta göklerde” ifadesiyle başlar. Hemen her mitolojide gökler, kutsaldır; kutsalların mekanıdır; özellikle insan varlığının başlangıç ve sonuyla alakalıdır. Eski Türk inancında yaratıcı; Yüce Tanrı anlamına da gelecek biçimde; Gök Tanrıdır; tıpkı Gök Türk derken olduğu gibi. Gökler en yücedir çünkü; yüceliği tartışılmaz olandır; kutsalların yeridir. İnsanlar ölünce ruhları göğe çıkar, çünkü gök, ruhun asli vatanıdır.
Dağlar göğe yakın olduğundan kutsanır hep. Çin mitolojisinde Tanrının karşılığı anlamındaki Tiyan; hem gök, hem her şeyin kendisinden kaynaklandığı asli unsur anlamındadır ve kutsaldır. Tiyan-şan yani Tanrı dağları kutsallığın somutlaştığı mekandır. Japonların Fujiyama’sı, Perslerin Elburz dağı gibi. Dağlar göklere yakınlıklarıyla tanrıların da mekanı olurlar. Olimpos dağı tanrıları gibi…
Dağlar gökle yeri bağlar gibi görünmektedirler çünkü; bu yüzden ululuk sahibi görülürler. Kimileri kutsal dağlarına Nuh’un gemisinin oturduğunu kabul eder, kendi kavimlerinin de o gemiden inen millet olduklarına inanırlar. Kendi inançlarını üstün, kendi milletlerinin tanrıyla akraba olduğuna inanmak, çoklarının işine gelir. Bu yüzden kendi hükümdarlarının kutsallığına inanmaya da meyillidirler. İnkalardan Eski Mısır’a; Hintlilerden Japonlara hemen her kültürde hükümdarlar göklerle alakalıdır; göklerin veya güneşin oğludur, kutsal göklerin yeryüzündeki gölgesidir. Gökleri ayakta tutan kusursuz yönetimi yeryüzünde sağlamak için görevlendirilmiştir, kutsallığın yeryüzündeki devamıdır. Çünkü gökler muhteşemdir…
Bir yanıt yazın